İlker Başbuğ’un savunması sona erdi
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, "Dağlıca saldırısında medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak, TSK'nin icra etmekte olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve ön yargılı bir karalama kampanyası yürütüldü. Bu olay, terör örgütünün büyük bir başarısı olarak gösterilirken, TSK'nın ise başarısız olduğu algısı kamuoyuna verildi" dedi.
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, "Dağlıca
saldırısında medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak,
TSK'nin icra etmekte olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve ön
yargılı bir karalama kampanyası yürütüldü. Bu olay, terör örgütünün
büyük bir başarısı olarak gösterilirken, TSK'nın ise başarısız
olduğu algısı kamuoyuna verildi" dedi.
Ergenekon davası temyiz incelemesi 2'nci duruşmasında sanık eski
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un savunması bitti. Yargıtay'da
görülen temyiz davasının 2'nci duruşmasında eski Genelkurmay
Başkanı Başbuğ, yaptığı savunmada şunları söyledi:
"2001 yılının başında ABD'nde George W. Bush Başkan oldu.
Onun dönemi, Ilımlı İslam Projesine inanan ve uygulamaya çalışan
ABD'ndeki Yeni Muhafazakarlar'ın (neo-con) dönemi olarak ortaya
çıkacaktı. Ayrıca, daha önceki Başkan B.Clinton döneminden itibaren
de ABD'den, Irak'a askeri müdahale planları üzerinde çalışmalara
başlanılmıştı. 2002 yılı Kasım ayı seçimlerinden kısa bir süre
sonra, 15 Kasım 2002'de Ankara'daki ABD Büyükelçisi Washington'a
şöyle bir telgraf göndermişti. 'Türkiye'de ordu, bürokrasi ve
yargıdan bir derin devlet vardır. Derin devletin merkezinde de Ordu
bulunmaktadır. Derin devlet, ABD'nin de desteklediği reformların
önündeki en büyük engeldir.' Bush yönetimi; Türk Ordusunu, derin
devlet olarak görmekteydi. Bu derin devlet; Ortadoğu'nun yeniden
şekillendirilmesine, Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasına,
Türkiye'deki terör sorununun 'siyasi çözüm' ile çözülmesine
engeldi. 1 Mart 2003'de tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu da
TSK'ya yıkılınca, bu yönetimin TSK'ne karşı yapılanlara sıcak
baktığı, devlete ait bazı kurumların ve kurumlardaki bazı kişilerin
bu oyunda rol aldıkları veya destek verdikleri ifade edilebilir.
Obama yönetimine ise farklı bakılmalıdır. Obama Yönetimi ise,
başlangıçta bu soruna taraf olmaktan kaçınmış, ancak TSK'nin aşırı
boyutlarda yıpratıldığını görünce, bu konuya ilişkin
rahatsızlıkları açıkça seslendirmeye başlamıştır. Cemaatin ise
işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu
cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları
vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidar ise, 'Ne istediler de
vermedik' ve 'aldatıldık' ifadeleri ile bu süreçte cemaate gerekli
desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir.
Bu konudaki rahatsızlığımızı her platformda ilgililerin dikkatine
sunduk. Yapılanların arkasında cemaate bağlı polislerin ve yargı
mensuplarının olduğunu söyledik.
MİT Müsteşarlığından, konuya ilişkin istihbarat talebinde bulunduk.
Ama maalesef bu konularda ilerleme sağlayamadık. Hatta bir
keresinde 'bugün bize, yarın size olacak' da dedim. Bugün, o gün
söylediklerimizin ne kadar doğru ve gerçeklerin ne olduğu bütün
çıplaklığı ile ortaya çıktı. O günlerde sesimize kulak verilseydi,
belki onca acıların yaşanması engellenebilirdi."
"ERGENEKON, TÜRKLER İÇİN BİR DESTANIN, EFSANENİN
ADIDIR"
Konuşmaları ile Cemaati rahatsız ettiğini ve Cemaat tarafından da
hedef alındığını belirten İlker Başbuğ,
"Daha sonra yaşadıklarım; yaptıklarımdan hiçbir zaman
pişmanlık duymama neden olmadı. Çünkü yaptığım hukuk içerisinde
kalarak görevimi yerine getirmeye çalışmamdan başka bir şey
değildi. Sadece, laik devlet yapısını ve TSK'nın "milli
ordu" niteliğini korumaya ve savunmaya çalıştım. Gazeteci
ve yazar Kadri Gürsel'de 10 Ağustos 2012 günü bu konuya ilişkin şu
değerlendirmeyi yapmıştı: "İktidarla kavga etmek yerine,
Cemaati iktidardan ayrıştırarak Cemaati hedef gösterdi ve iktidarı
yanına çekmeye çalıştı. İlgili hedef alınan kitle tarafından
strateji doğru bir şekilde okundu. Sonra hatırlayacaksınız ‘Cemaat
ve AKP'yi Bitirme Planı' ortaya çıktı." Özellikle,
yaşanılan olaylar ile zamanlar arasındaki ilişkiye dikkat
edilmesinin önemli olduğunu söylemeliyim. Çünkü, tarihler hiçbir
zaman yalan söylemez. 2005'deki Şemdinli soruşturması ile istenilen
amaçlara ulaşılamadı. Soruşturmanın hedefinde dönemin Kara
Kuvvetleri Komutanı bulunmaktaydı.
2006 yılındaki Sauna ve Atabeyler davaları ile ilk uygulamalar
gerçekleşti. Bu iki dava, emekli ve muvazzaf askeri personelin adli
mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yakın tarihteki ilk
örneklerdir. Davaların içinde "suikast" iddiaları
yer almaktaydı. Bu davalarda yargılanan sanıklara ne oldu? Yıllar
sonra suikast iddialarından beraat ettiler. TSK'ne asıl komplo ise
"Ergenekon Davası" ile kuruldu. Ergenekon, Türkler
için bir destanın, efsanenin adıdır. Bu kelimenin, bir davaya isim
olarak verilmeside anlamlıdır. Ayrıca üzerinde durulmaya
değer" diye konuştu.
"TUNCAY GÜNEY 'ERGENEKON' DAVASININ NE SORUŞTURMA, NE DE
KOVUŞTURMA SAFHASINDA İFADE VERMEYE ÇAĞRILMADI"
Türkiye'nin "Ergenekon" adını 1997'de, ilk kez
"derin devlet" anlamında bir televizyon
programında ve daha sonra da bu program metinlerinden yapılan
"Ergenekon" kitabıyla duyduğunu kaydeden Başbuğ,
şöyle devam etti:
"Daha sonra bu konu pek gündeme gelmedi. Türkiye, 2000
yılının sonlarına doğru ciddi bir ekonomik krizin içine girmişti.
Krizin ana nedeni, likidite sıkışıklığı idi. 19 Şubat 2001 günü
gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı beklenmedik boyutta
siyasi bir kriz ile sonuçlanmış, iki gün sonra da ekonomik kriz
tepe noktasına ulaşmıştı. Bütün bu yaşananlar olurken, arkasında
uluslararası gücün bulunduğu Tuncay Güney isimli şahıs, İstanbul
emniyetinde ifade verdi. Bu kişinin ifadeleri 'Ergenekon'
soruşturmasının başlamasına neden oldu. Ancak, nedense bu kişi
'Ergenekon' davasının ne soruşturma, ne de kovuşturma safhasında
ifade vermeye çağrılmadı. 30 Nisan 2001'de bir kişinin yazdığı köşe
yazısı bir gazetede yer aldı. Yazıda 'Ergenekon Örgütü'nden söz
ediliyordu. Yazara göre bu örgütün amaçları arasında: 'Bilgisayar
korsanları kullanılarak hassas bilgilerin toplanması', 'etkin
faaliyetler ile kaynak ve para akışının kontrol altına alınması'
yer alıyordu. Türkiye'nin tarihinin en büyük ekonomik krizini
yaşadığı bu süreçte, bu konuların öne çıkartılması ilginç idi.
Uluslararası düzeni kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan,
uluslararası kuruluş ve kişilerin kullandıkları en etkili iki
silahta; kişilere ilişkin gizli ve yasal olmayan yollarla elde
edilen biyografik istihbarat ile dünya çapındaki kaynak ve para
akışının kontrol edilmesidir. Kişilere ilişkin özel bilgiler,
şantaj olaylarında kullanılan en etkin araçtır. Daha sonraki
yıllarda yaşanan olaylarda, cemaatin gücünü bu iki noktadan, yani,
2001 yılında yaratmayı düşündükleri, 'Ergenekon Örgütü'nün üzerine
yıkmak istedikleri suçlardan aldığını göstermiştir. 'Ergenekon
Örgütü' konusu, 12 Mayıs 2001'de de Aksiyon dergisinde de yer aldı.
Dergi cemaate yakındır. Dönemin İstihbarat Daire Başkanının
yazdıklarına göre; 14 Haziran 2001'de, 'Ergenekon Örgütü Şeması'
ilk defa kendisine arz edildi. Şemayı hazırlayan ve arz eden kişi
daha önceki yıllarda ABD'de eğitim almıştı. İleriki yıllarda da
yine iki defa ABD'ye eğitim almak üzere gidecekti. İstihbarat Daire
Başkanı'nın kendisine sunulan bilgiyi ciddi bulmaması üzerine
'Ergenekon Örgütü' soruşturmasına başlanılamadı. 3 Temmuz 2002'de
İstanbul Emniyeti tarafından hazırlanan bu dosya, daha sonra posta
üzerinden göndereni belli olmayacak şekilde MİT Müsteşarlığına
gönderilecekti. MİT Müsteşarı' da Kasım 2003'de konu hakkında
Başbakan'a bilgi verecek, ancak soruşturmanın açılması için 2007
yılı beklenecekti. Neden 2001 yılında böyle bir soruşturmanın
açılması düşünülmüş olabilir? İlk akla gelenler, aynı yılın başında
ABD'de iktidara gelenlerin, 'Ilımlı İslam' projesinin
uygulanmasında Türkiye'yi bir model ülke görmelerinin yanı sıra,
Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme kapsamında Irak'a muhtemel bir
askeri harekat düşüncesi içinde olmaları gelebilir. Bu esnada,
Türkiye ciddi bir ekonomik ve siyasi krizin tam gölgesindedir.
Ülkede, ayakta kalan kurumların başında ise, TSK bulunmaktadır. O
halde, TSK zayıflatılmalıdır."
Ergenekon soruşturmasının açılmasının 2001'de neden
gerçekleşmediğini ise Başbuğ şu şekilde açıkladı:
"Emniyetteki üst düzey yetkililerin iddiaları inandırıcı
bulmaması. Belki de en önemlisi, konjonktürün böyle bir
soruşturmanın açılmasına henüz uygun olmaması. Bu kapsamda
'Ergenekon Örgütü'ne yıkılacak cebir ve şiddet olaylarının henüz
yaşanmamış olması. 1 Mart 2003'de Hükümet Tezkeresinin TBMM'den
yeterli desteği alamaması ise, ABD'ye beklenmedik şekilde şok edici
bir etki yaratacaktı. 10 Temmuz 2003'te, MİT Müsteşarı kendilerine
ulaştırılan 'Ergenekon Örgütü'ne ilişkin bilgileri Genelkurmay
Başkanına arz etmişti. Genelkurmay Başkanlığının da bu konuda bir
işlem yapmaması, askerin de konuyu ciddiye almadığının bir
göstergesiydi. Bu sefer, 19 Kasım 2003'de MİT Müsteşarı aynı
bilgileri Başbakan'a arz etti. Şimdi şu soruların sorulması yerinde
olur: Emniyetin ve askerin ciddiye alıp bir işlem yapmamasına
rağmen, neden konu Başbakan'a arz edildi? Bu arz konusunda, dış
istihbarat güçlerinin bazı yönlendirmeleri oldu mu? 2006 yılı
içerisinde, Türkiye'yi derinden sarsan Danıştay saldırısı oldu. Bu
menfur cinayetten bir hafta önce neredeyse aynı kişiler Cumhuriyet
Gazetesine el bombaları atmıştı.
5, 10 ve 11 Mayıs 2006'da Cumhuriyet Gazetesi'ne el bombaları
atıldı. Atanlar; Osman Yıldırım, Alparslan Arslan, İsmail Ayar ve
Tekin İrsi idi. İşin ilginç yönü; birinci bombalama olayından sonra
gazetede yeterli tedbir alınmamış olmasıydı. 17 Mayıs 2006'da da
menfur Danıştay Cinayeti işlendi. Cinayeti işleyen Alparslan
Arslan, ifadesinde Cumhuriyet'e atılan bombaları Süleyman Esen'den
aldığını söyledi. Ankara Emniyeti, belki de bazı kişilerin
yönlendirmesi ile Danıştay saldırısının arkasında 'Ergenekon
Örgütü'nün bulunduğunu düşünüp, soruşturmaya başlamak istedi.
Danıştay saldırısının kilit ismi olduğu ileri sürülen Yüzbaşı
Muzaffer Tekin'in ilişkileri onlara göre 'Ergenekon' yapılanmasını
işaret ediyordu. İstanbul Emniyet İstihbarat Müdürü ise bu konuda
ikna olmayanların başında geliyordu. Hrant Dink, soruşturmasında
ifade veren İstihbarat Müdürü; Muzaffer Tekin konusunda şunları
söyledi: 'Muzaffer Tekin'in Alparslan Arslan ile Danıştay
cinayetinden 5, 6 ay önce 50 küsür saniyelik bir görüşmesi olduğunu
ve bunu da gerekçe göstererek, Muzaffer Tekin hakkında Danıştay
Saldırısı ile ilişki kurulması istendiğini anladım. Ben, bunun
içeriğini sordum, yani konuşmanın Danıştay saldırısı ile bağlantı
kuracak bir görüşme olup olmadığını sordum, içeriğini
önemsemediklerini, sadece bu telefon irtibatını önemsediklerini
anlayınca, bunun doğru ve ahlaki bir yol olmadığını söyledim.' Bu
ifadeyi veren İstanbul Emniyeti İstihbarat Müdürü, 5 Şubat 2007'de
görevden alınacak onun yerine 23 Mart 2007'de Ali Fuat Yılmazer
getirilecekti. Ve 'Ergenekon' soruşturması 2007 yılında
başlayacaktı."
"ERGENEKON DAVASI" İÇİN ARANILAN CEBİR VE ŞİDDET
EYLEMLERİ BULUNMUŞTU: CUMHURİYET'E ATILAN EL BOMBALARI VE DANIŞTAY
SALDIRISI"
2007 yılının, Türk siyasi hayatının en kritik yıllarından birisi
olduğunu ve bugünü anlamak için, 2007 yılının çok iyi
anlaşılmasının gerekliliğine vurgu yapan Başbuğ, "19 Ocak
2007 günü, Hrant Dink öldürüldü. O sırada Emniyet Genel Müdürlüğü
İstihbarat Dairesinin başında bulunan Sabri Uzun, Hrant Dink
davasında verdiği ifadede şunları söyledi: 'F4 Raporu'nu (Şubat
2006 tarihli) Trabzon'dan gönderen kişi Ramazan Akyürek'tir.
(Raporda, Yasin Hayal ne pahasına olursa olsun Hrant Dink'i
öldürecek ibaresi vardı). Bu rapor bana sunulmadı. Rapor hakkında
bilgi verilmedi. Raporu bizden saklayan birim, İstihbarat Daire
Başkanlığı C Şube Müdürlüğüdür. Şubat 2007'de; Hrant Dink
cinayetinden 10 gün sonra, Emniyet Başbakan'ın önüne yeniden
'Ergenekon Örgütü' şemalarını koydu. Şemalardan biri Hrant Dink
cinayetini 'Ergenekona'a bağlıyordu. Şemayı hazırlayan kişi de;
2001'de ilk 'Ergenekon' şemasını hazırlayan kişiydi. Ama nedense,
bütün dosyaları 'Ergenekon'la birleştirmeye çalışan 'Ergenekon'
savcıları, göstermelik işler dışında Dink dosya ile hiç
ilgilenmeyecekti. Acaba neden, Dink olayında adları ihmali olan
görevliler arasında geçen; Trabzon Emniyet Müdürü ile İstihbarat
Dairesi C Şube Müdürünün olması mıydı? Herhalde bu sorunun cevabına
da ulaşılır.
23 Mart 2007'de Ali Fuat Yılmazer İstanbul istihbaratının başına
getirildi. Nisan 2007'de Cumhuriyet Mitingleri yapıldı. 18 Nisan
2007'de Malatya'da Zirve Yayınevi basıldı ve üç misyoner öldürüldü.
27 Nisan 2007'de, Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayımladı. 1
Mayıs 2007'de, Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk
turunu iptal etti. Aynı gün AKP seçim kararı aldı. 17 Mayıs 2007'de
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Danıştay Davasına bakan
Ankara'daki Ağır Ceza Mahkemesine yolladığı bir yazıyla Danıştay
Davası ile ilgilenmeye başladı. 12 Haziran 2007'de Ümraniye'de el
bombaları bulundu. El bombalarının bulunuş tarihleri çeşitli
evraklarda farklı yazılmıştı. Bulunulan bomba adetleri bile
farklıydı. 27 ve 39. Oktay Yıldırım'ın parmak izlerinin bulunduğu
iddia edilen yerlerde belgelerde farklıydı. Ama, belkide en
önemlisi; Ordu bir heyet tarafından bombaların incelenmesini 25
Haziran 2007 tarihli bir yazı ile istemişti. Ancak, bombalar 26
Haziran 2007 tarihli bir tutanağa göre imha edilmişti. İmha edilen
bomba sayısı da 20 idi.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi; Danıştay Davası ile ilgili kararını
vermek üzere iken, 7 gün kala, 6 Ocak 2008'de Osman Yıldırım bir
itirafta bulunacaktı. Daha önce verdiği ifadeyi değiştirerek,
Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları, Veli Küçük, Muzaffer Tekin
ve Oktay Yıldırım'dan aldığını ileri sürdü. Cumhuriyet gazetesine
atılan el bombaları ile Ümraniye'de bulunanlar arasında
benzerlikler olduğu iddia edilecekti. 'Ergenekon Davası' için
aranılan cebir ve şiddet eylemleri bulunmuştu: Cumhuriyet'e atılan
el bombaları ve Danıştay saldırısı.
2007 yılında, Emniyet'in önemli yerlerine Sabri Uzun'a göre
cemaatin adamları getirilmişti. Sayısız suikast iddiaları da her
gün Başbakan'a arz ediliyordu.
Artık, sözde 'askeri vesayetin' kaldırılması ile düğmeye
basılmasının uygun zamanına gelinmişti. Ve 27 Temmuz 2007'de
'Ergenekon' düğmesine basıldı. Bu kapsamda ilk gözaltılar
gerçekleştirildi" ifadelerini kullandı.
"DAĞLICA SALDIRISINDA MEDYADA KORKUNÇ BİR BİLGİ KİRLİLİĞİ
YARATILARAK, TSK'NİN İCRA ETMEKTE OLDUĞU TERÖRLE MÜCADELEYE KARŞI
HAKSIZ VE ÖN YARGILI BİR KARALAMA KAMPANYASI YÜRÜTÜLDÜ"
15 Ekim 2007'de David L.Phillips'in "PKK Terör
Örgütü"nün nasıl sonlandırılabileceğine ilişkin bir rapor
yayımladığını sözlerine ekleyen Başbuğ, raporda terör örgütü ile
görüşülmesinin önerildiğini belirterek, "21 Ekim 2007'de
PKK Hakkari/Dağlıca bölgesindeki karakola bir saldırıda
bulundu.
Dağlıca, Irak'ın kuzeyinden gelen istikametlerin kesişme
noktasındaydı. Daha önce boş bırakılan bu bölgeye bir tabur
yerleştirilmişti. Arazi en zor kesimlerden birisiydi. Saldırı,
terör örgütünün son on yılda yaptığı eylemlerden en büyük çaplı
olanıydı. Çatışmada 12 şehit verildi. 8 askerde kaçırıldı. Buna
benzer olaylar, daha önceki yıllarda yaşanmamış mıydı? Yaşanmıştı.
Ancak, bu sefer oldukça farklı bir durumla karşılaşıldı. Medyada
korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak, TSK'nin icra etmekte
olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve önyargılı bir karalama
kampanyası yürütüldü. Bu olay, terör örgütünün büyük bir başarısı
olarak gösterilirken, TSK'nin ise başarısız olduğu algısı kamuoyuna
verildi. İstenilen olmuştu. Kamuoyunda terörle mücadelede
karamsarlık oluşturulmuş ve kamuoyunda terör sorununun çözümünün
silahlı mücadele ile olmayacağı düşüncesi yaratılmıştı. Zaten
Dağlıca saldırısından kısa bir süre sonra da; Taraf Gazetesi yayıma
başlayacaktı. Gazetenin ana görevi TSK'ne karşı psikolojik harekat
yürütülmesi ve açılan soruşturmalarla da TSK aleyhine kamuoyunda
algı yaratılmasıydı. Bu gazete kimler tarafından görevlendirildi?
Kimler destekledi? Bu sorulara, cevaplar bulunamadan 2000-2010
dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez. 21 Ekim 2007,
Dağlıca saldırısı için şu söylenebilir: Bu saldırının amacı, PKK
terörünün sonlandırılmasının sadece 'siyasi çözüm' ile
olabileceğini kamuoyuna benimsetmekti. Bu saldırı, PKK terör
örgütünün tek başına planladığı ve icra ettiği bir saldırı
değildir" dedi.
İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaşanan olaylara da
değinerek, şunları söyledi:
"Ergenekon davasında tanık olarak dinlenilmesi kararı
alınan, nedense sonradan vazgeçilen bir kişi; 2008 yılı Ocak ayında
bir gazetede çıkan yazısında şöyle diyordu: 'Darbe planı revize
edildi. 2008 yılının Şura'dan hemen sonraki ilk altı ayı hazırlık
evresi, 2009 yılının ilk çeyreğinden sonraki en uygun takvimde
eylem zamanı.' Yazılana göre ortada revize edilen bir darbe planı
vardı ve Türkiye'de 2009 yılı baharında birileri darbe teşebbüsü
amacıyla cebir ve şiddet eylemlerine başlayacaktı. Mahkeme neden
böyle önemli bir iddiayı ileri süren bu kişinin tanık olarak
dinlenmesinden vazgeçti? Nerede bu revize edilen darbe planı diye
sorulmasından neden vazgeçildi? Bu iddia, bu dava için önemli değil
miydi? Yoksa, 'Balyoz Darbe Planı' fiyaskosu gibi bir olayın
tekrarlanmasından mı kaçınıldı? Peki, 2009 yılı bahar aylarında
neler yaşandı? Darbe amaçlı cebir ve şiddet olayları yaşandı mı?
Hayır. Ancak, 2009 yılı bahar aylarında başlayıp giderek yoğunlaşan
bir şekilde ortalığa isimsiz ve imzasız ihbar mektupları, düzmece
dijital veriler, gizli tanık ifadeleri saçılmaya başladı. Bu durumu
gözaltı operasyonları, ifadeler, tutuklamalar, sayısız iddianameler
ve takibi bile mümkün olmayacak mahkeme süreçleri izledi. Günün
hangi saatinde, hangi televizyon kanalını açarsanız, hangi gazeteye
bakarsanız mutlaka bu olaylara ilişkin bir habere rastlanıyordu.
Yaşananlara bakılınca, haklı olarak, 2008 yılı Ocak ayında kaleme
alınan yazı ile kastedilenin, başka bir merkez tarafından tespit
edilen bir eylem takvimi olduğu sonucuna ulaşılabiliyor.
2008 yılı Ocak ayında bu yazıyı kaleme alan kişi; ya bu komploların
merkezindeydi veya komplocular tarafından kullanılan bir zavallı
idi. Umarım, nasıl bir kişi olduğu ileride açıklığa kavuşur. 2009
yılının başlarında yaşanan iki olay ve bu olaylara ilişkin
soruşturmalar, TSK açısından çok önemlidir.
Ne tesadüf ki; bu iki olayda 2008 yılı Ocak ayında kaleme alınan
yazıda ifade edildiği gibi; 2009 yılının ilk çeyreğinden hemen
sonra yaşandı. Birinci olay; Erzincan olayıdır. Erzincan Cumhuriyet
Başsavcılığı İsmailağa Cemaatine ilişkin 2007 yılında resen
soruşturma açtı. 23 Şubat 2009'da bu kapsamda 9 kişi tutukladı.
Aynı tarihlerde Başsavcılık Cemaati mercek altına aldı. Bunun
üzerine; 10 Mart 2009'da Erzurum Özel Yetkili Savcılık dosyayı
Erzincan'dan aldı. Erzurum, yürütülen soruşturmanın Cemaate
dayanması üzerine konuya müdahale etmişti. Şimdi, karşı hamlenin
zamanıydı. Dosya genişletilerek, çok sayıda TSK personeli
soruşturmanın içine alınıp, tutuklanmalıydı. Anlaşılan o ki,
komplocular o tarihlerde 12 Haziran 2009'da medyaya yansıyacak
"İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nı
hazırlamışlardı. Erzincan, bu Planın uygulama alanı olarak
gösterilecekti. Ayrıca, 3.Ordu Komutanlığı tarafından icra edilmiş
'İç Güvenlik Semineri'nden de bir 'Balyoz' davası üretilecekti.
3.Ordu Komutanı'nı defalarca gözaltına almaya çalıştılar, ama
başarılı olamadılar. İç Güvenlik Seminerinden de istediklerini elde
edemediler. Eğer, başarılı olsalardı bir 'Balyoz' davası da
Erzincan'da sahnelenecekti. Erzincan olayı ile neredeyse eş zamanlı
bir olayda Kayseri'de gerçekleşti. 4 Mart 2009'da askeri savcılık
Kayseri'de bir gizli organizasyon tespit etti. Beş sivil bir
birliğin içindeki askerlerden oluşan hücreleri vasıtasıyla gizli ve
kişiye özel bazı evrakları çalarak ve daha sonra da içeriğini de
değiştirerek kamuoyunda infial yaratacak şekilde bazı yerlere
ulaştırmışlardı. Ayrıca, askeri yazışma kurallarına uygun olarak
flash bellekte hazırladıkları suç içeren evrakı da yine içerideki
askeri hücre vasıtasıyla, bilgisayarlara yükleyerek suç belgeleri
haline dönüştürmüşlerdi."
"İKİ GİZLİ TANIK "SOKAK LAMBASI" VE
"TÜKENMEZ KALEM" DAHA ÖNCE VERDİKLERİ İFADELERİ
REDDETTİLER"
Kayseri'de yapılanların, daha sonra TSK'ya karşı yürütülecek komplo
eylemlerinin adeta bir prototipi gibi olduğuna dikkat çeken Başbuğ,
savunmasına şöyle devam etti:
"Askeri hücre içindeki astsubaylar yakalandı.
İfadelerinde, 'Işık evlerinde yetiştim. Evinde kaldığımız ağabey
askerlerle ilgili bilgi topluyordu' sözleriyle suçlarını itiraf
etmişlerdi. Yine, soruşturma Cemaate dayanmıştı. Sivil beş kişiye
askeri savcılık ulaşamadı. Daha sonra Kayseri soruşturması da,
Erzincan'da olduğu gibi askeri personelin aleyhine dönüştürülen
soruşturmalar şeklini aldı.
Kayseri'deki olayın açığa çıkarılmasında katkıları oldukları
düşünülen, Kayseri Hava İkmal Merkezi Komutanı, Kayseri J. Bölge
Komutanı ile İl Jandarma Alay Komutanı ve soruşturmayı yürüten
askeri savcılar ve hakimler çeşitli davalar kapsamında suçlanarak
tutuklandılar. 25 Mart 2009 günü, Kayseri İl J. Alay Komutanı Albay
Cemal Temizöz tutuklandı. Albay Temizöz; 1993-1995 yılları arasında
Cizre'de İlçe J. Birlik Komutanı olarak çok başarılı görev
yapmıştı.
4 Mart 2009'da Kayseri'de başlatılan soruşturmada İl Jandarma Alay
Komutanı idi. 25 Mart 2009'dan birkaç gün önce, Alb.Temizöz'ün
Cizre'de 1993-1995 yıllarında yaşanan "faili
meçhul" cinayetler nedeniyle Diyarbakır'a ifade vermeye
çağrıldığına ilişkin bilgi Genelkurmay Karargahına geldi. TSK'nin
terörle mücadelenin göbeğinde olduğu bir anda, terörle mücadelede
görev almış bir subayın böyle bir soruşturmaya dahil edilmesi kabul
edilebilecek bir durum değildi. Albay Temizöz, istenilen gün
ifadeye gönderilmedi. Durum, siyasi makamlara iletildi. Adalet
Bakanlığı Müsteşarı Karargaha geldi. Durum kendisi ile de
görüşüldü. Daha sonra, bize verilen bilgi, konunun sadece bir ifade
verme ile sınırlı kalacağı şeklinde olunca, Albay Temizöz bir
askeri uçakla Diyarbakır'a gönderildi. Ancak, Albay Temizöz 25 Mart
2009'da tutuklandı.
Bunun üzerine, Jandarma Genel Komutanlığı Karargahında, Ankara'daki
Jandarma personelini toplayarak bir toplantı yapıldı. Kendilerine
bu olayın terörle mücadeledeki moral durumuna menfi etki yapmasını
önlemek amacıyla bu konunun yakın takipçisi olacağımızı ifade
ettik. Tutuklanmalara neden olan, aslında iki gizli tanık idi.
"Sokak Lambası" ve "Tükenmez
Kalem" isimli iki gizli tanık. Olaya ilişkin ortada ciddi
bir delil yoktu. Medyada bu olay günlerce yer aldı. Yapılan
kazılarda çok sayıda insan kemiklerine ulaşıldığı iddia edildi.
29 Nisan 2009 günü yapılan Basın Toplantısında bu konuya temas
ettim:
"Gizli tanık kimdir? Ne kadar güvenilir? Artı sadece bir
gizli tanık, onu destekleyen bir delilde yok. İddianamelere,
suçlamalara baktığımız zaman bazı olayların sadece ve sadece gizli
tanık ve itirafçılara dayandığını görüyoruz." 5 Temmuz
2010 günü yapılan Televizyon Programında yine aynı konu hakkında
şunları söyledim: "Nuri Binzet diye birisi var, bu kişi
ceza almış, hüküm giymiş. Midyat Cumhuriyet Savcısına başvuruyor;
benim bazı konularda bilgim var, diyor. Olay, yani Temizöz'ün
tutuklanması böyle başlıyor. Binzet, bu olayların geçtiği zaman kaç
yaşındaydı? 12-13 yaşında. 14 Hazirandaki duruşmada, Binzet, daha
evvel benim, Albay Temizöz'e ilişkin verdiğim ifadeler doğru değil
diyor. İki tane gizli tanık var. Onlarda, biz daha önce verdiğimiz
ifadeleri geri çekiyoruz, doğru değil, diyorlar." Bu
olayın, TSK'nin terörle mücadelesine yaptığı olumsuz etkiler, YAŞ
Toplantıları dahil, her vesile ile siyasi makamlara anlatıldı. Ama,
maalesef söylenenler dikkate alınmadı.
Peki sonra ne oldu? Bu davanın ileriki duruşması 5 Kasım 2015 günü
yapılacak. Son duruşmada, duruşma savcısı, 20 faili meçhul
cinayetten yargılanan sanıkların tümünün beraatini istedi. Evet,
beraatini. İki gizli tanık "Sokak Lambası" ve
"Tükenmez Kalem" daha önce verdikleri ifadeleri
reddettiler."
"Bu açık komploları kuranlar, yakalanıp yargı önüne
çıkartılmayacak mı?" diyerek savunmasını sürdüren Başbuğ,
"Söylediklerimizi o zaman dikkate almayan siyasi makamlar,
bu yaşananlara karşı şimdi de sessiz kalmaya devam edecek mi?
Poyrazköy Olayı: Poyrazköy'de ilk arama, 23 Şubat 2009'da yapıldı.
İlginç şekilde herhangi bir kişi hakkında işlem yapılmadı. 21
Nisan'da gelen yeni bir ihbar üzerine, ertesi gün yine aynı bölgede
arama yapıldı. Aramayı yapan polisler, dedektörlerin sinyal verdiği
yerlere bakmadan, "önsezi"lerini kullanarak,
"gömülmüş" mühimmatları buldular. Poyrazköy direkt
olarak Deniz Kuvvetleri personelini hedef almıştı. Poyrazköy'de
yapılan arama neredeyse televizyonlarda 50 dakikaya yakın bir süre
defalarca gösterildi. Sanki bir cephanelik bulunmuştu. Bulunanlar
arasında, beş tane boş law da bulunmaktaydı. Law bir defa
kullanılır. Ateşlendikten sonra geride kalan boş kısım bir daha
kullanılmaz. Beş tane boş lawın orada gömülmesi, açıkça bu
silahları bilmeyen bir kişinin yapabileceği bir şeydi. Bu nedenle
29 Nisan 2009 günü yapılan basın toplantısında şunları söyledim:
"Poyrazköy'de yapılan kazılarda beş tane boş law
paketlenmiş olarak gömülmüş şekilde bulundu. Bu boş lawın
kullanılma olanağı yok yani kullanmazsınız. Ben de şu soruyu
soruyorum, acaba bunu yapanlar, gömenler kim?" Aslında, bu
sözlerim ile bunların buraya askerler tarafından değil, komplocular
tarafından gömülmüş olabileceğini işaret ediyordum. Bu konuşmam,
büyük yankı ve rahatsızlık uyandırdı. Basın toplantısında boş
lawlara "boru" dememiştim. Özellikle, bu
"boru" sözcüğü üzerinden aleyhimde propaganda
yapıldı.
Ergenekon davasında, suçlandığım olaylar arasında yapmış olduğum
basın toplantıları da vardı. İddia edilen "Ergenekon
Örgütü"nden aldığım talimatlarla bu basın toplantılarını
yaptığım, sözlerim ile devam etmekte olan soruşturma ve davaları
itibarsızlaştırmaya çalıştığım suçlamasıyla karşı karşıya kaldım.
Aslında yaptığım; TSK personeline karşı yürütülen asılsız ve haksız
uygulamalar karşısında, görevim gereği kamuoyunu
bilgilendirilmekten başka bir şey değildi. Bu davranışlarımın ve
söylediğim sözlerin doğru olduğu bugün bir, bir ortaya çıkıyor. 2
Ekim 2015 günü; ilgili Mahkeme; 84 sanıklı 'Poyrazköy'de Ele
Geçirilen Mühimmat Davası'nda tüm sanıklar için beraat kararı
verdi. Söylediklerimin doğru çıkmasından ve yanılgıya düşmemiş
olmamdan dolayı elbette, mutluyum. Ancak, bu süreçlerde hayatını
kaybedenlere ne olacak? Yıllarca hürriyetleri elinden alınanların,
kayıpları nasıl telafi edilecek? Komplocular hesap vermeyecek mi?
Şimdi; 2009 yılında Poyrazköy'de bulunan mühimmat üzerine ortalığı
ayaklandıranlar ve bu komployu kuranlar ne diyecek, nasıl
davranacak diye bir beklenti içinde değilim. Çünkü, onlar o günde
vicdan sahibi değildiler, bugünde onlardan vicdanlı ve onurlu
davranmak beklenemez" ifadelerini kullandı.
"TARAF GAZETESİ PLANIN İSMİNİ 'AKP'Yİ VE FETHULLAH GÜLEN
CEMAATİNİ BİTİRME PLANI' OLARAK YAYIMLADI. NEDEN BÖYLE BİR İSİM
KOYULDU? AKP İLE NEDEN NAKŞİBENDİ TARİKATI DEĞİL DE, FETHULLAH
GÜLEN CEMAATİ"
Haziran ayı başında resmi ziyaret nedeniyle ABD'de bulunduğunu ve
gezi esnasında olağanüstü bir ilgi gördüğünü kaydeden Başbuğ,
konuşmasına şu şekilde devam etti:
"Belki de ilk defa bir Genelkurmay Başkanı olarak bir
düşünce kuruluşunda toplantıya katıldım. CSIS'deki toplantının
ertesi günü, Cemaat üyesi ait bazı kişilerin orayı ziyaret edip,
benim orada ne konuştuğumu öğrenmeye çalıştıklarını daha sonra
öğrenecektim. ABD'de bulunduğum; 4 Nisan 2009 günü, Gazi Üsteğmen
Avukat Serdar Öztürk'ün ofisi polisler tarafından arandı. Mustafa
Levent Göktaş'ın avukatlığını yapmakta olan Serdar Öztürk'ün
bürosunda hiçbir CD ve DVD bulunamadı. Çünkü, her şeyden suç delili
üretildiğini düşünen Öztürk, onları bürodan toplamıştı. Ancak,
polisler bürodaki masanın üzerinde açıktaki mavi klasörün içinde
iddia edilen "İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nın
fotokopisini buluverdiler. CD ve DVD'leri toplayan Öztürk, böyle
iddia edilen bir planın fotokopisini masasının üzerinde bulunan bir
klasörün içine koymuştu. 12 Haziran 2009 günü "İrtica İle
Mücadele Eylem Planı" medyada haber oldu. Yapan gazete
elbetteki Taraf idi. Aynı gün Genelkurmay Savcılığı tarafından konu
hakkında soruşturma açıldı. Soruşturma kapsamında, böyle iddia
edildiği şekilde bir planın Gnkur.Bşk.lığında hazırlanıp
hazırlanmadığı ile hazırlanmış ise kimlerin tarafından
hazırlandığının araştırılması istenilmişti. Yurt dışında olmam
nedeniyle; Gnkur.II.Bsk.nının beni telefonla arayıp, görüşümü
sorması bile, gözü dönmüş savcılar "örgüt
bağlantısı" delili olarak dava dosyasına sunmaktan
çekinmediler. Fotokopi üzerinde tarih yoktu. Ama, Nisan 2009'da
hazırlandığı iddia edildi.
İddia edilen "İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nda
yer alan bazı önemli noktalar şöyledir: "Askeri suç
kapsamında Işık evleri baskınlarında silahlı terör örgütü
oluşturmak doğrultusunda silah, mühimmat, plan gibi materyal
bulunması sağlanarak Fethullah Gülen grubu silahlı terör örgütü
kapsamına aldırılacak ve soruşturmalar askeri yargı kapsamında
yürütülecektir." Cemaatin lideri 6 Nisan 2009 tarihinde
bir internet sitesinde yayımlanan beyanatında şunları
söylüyordu:
"Mesela Tahşiye diye bir şey icat edebilirler. İyi organize
edebilirlerse bunları belki hakiki Müslümanlarla kitap okuyan
Müslümanların içine sokmaya çalışabilirler. Onları güçlendirmek
için ellerine silah da verebilirler." Gülen'in
konuşmasında söyledikleri ile iddia edilen Planda yazılanlar
arasındaki benzerlik ortadadır. Aynı günlerde; Kayseri'deki
soruşturmada devam etmekte olup,soruşturmanın Işık evleri ile de
ilgilendirildiği unutulmamalıdır. "Kollama" ve
"Tek Türkiye" adlı televizyon dizilerinin isimleri
de iddia edilen planda yer almaktadır. Planda bu diziler hakkında
olumsuz haberler yapılması istenilmektedir. Daha sonra anlaşıldı
ki, bu televizyon dizileri Tahşiye grubuna karşı yapılan yayınlar
arasında imiş. İddia edilen planın üzerinde "İrticayla
Mücadele Eylem Planı" ismi vardı. Ancak, Taraf gazetesi
planın ismini "AKP'yi ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme
Planı" olarak yayımladı. Bu ismi hakikaten kim koydu?
Neden böyle bir isim koyuldu? AKP ile neden Nakşibendi Tarikatı
değil de, Fethullah Gülen Cemaati. Bu da üzerinde durmaya değer,
diğer bir noktayı oluşturmaktadır. 24 Haziran 2009'da Genelkurmay
Savcılığı soruşturma hakkında Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı'nı
verdi. Bu doğal bir sonuçtu. Çünkü ellerindeki bir fotokopi idi,
hukuki değere sahip bir "belge" değildi. 26
Haziran 2009 günü yapılan basın toplantısında, haklı olarak,
"kağıt parçası" demem, karşı tarafı ciddi şekilde
rahatsız etti. Komploları, oyunları tıkanmıştı. Bu soruşturma
kapsamında, Genelkurmay Savcılığı tarafından el konulan
harddiskler; Ergenekon davasına bakan 13.Ağır Ceza Mahkemesi Naip
Hakimi tarafından incelendi. 5,5 GB hacmindeki tutanakta:
"71 adet hard diskte kovuşturma ile ilgili olacak veya
kovuşturmaya katkı sağlayacak hiçbir bilgi ve belgenin
bulunmadığı" İnceleme Tutanağında ise:
"İddia edilen ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı'
bulunamamıştır" ifadeleri yer almaktaydı. 17 Haziran 2009
günü, Albay D. Çiçek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
ifade vermeye çağrılmıştı. Bunun yasaya aykırı olduğunu kendilerine
iletince, Savcılık bir yazı ile bu talebini geri almıştı.
26 Haziran 2009 günü basın toplantısı yaptığımız günün erken
saatlerinde; sabah karşı TBMM'de bir yasal düzenleme yapılmıştı.
Gece yarısı yapılan değişiklikten Genelkurmay Başkanlığı ile Milli
Savunma Bakanlığı'nın bilgisi yoktu. Birinci değişiklik ile; askeri
şahısların askeri mahallerde işledikleri suçlar nedeniyle Özel
Yetkili Mahkemeler tarafından yargılanmalarının önü açılıyordu. Bu
madde, Anayasa'ya aykırı idi. 26 Haziran 2009'da yapılan yasa
değişikliği üzerine Albay Çiçek tekrar ifade vermeye çağrıldı.
İfadeye çağrıldığı gün 30 Haziran 2009 idi. O gün Milli Güvenlik
Kurulu toplantısı vardı. Belki de o günü özellikle seçmişlerdi.
Toplantı esnasında 26 Haziran'da yapılan yasa değişikliğinin,
Anayasa'ya aykırı olduğunu açıkça belirttik. Ancak, görüşlerimiz
dikkate alınmadı. O gece tutuklanan Albay Çiçek; 18 saat geçmeden
tahliye edildi. Daha sonra, Anayasa Mahkemesi de değişikliğin bu
maddesini iptal etti.
İkinci değişiklik ise, her halükarda sivil şahısların askeri
mahkemelerde yargılanmalarına son veriliyordu. Bu madde tartışmalı
idi. Başlangıç da, doğal uygun bir değişiklik olarak da
görülebilir. Ancak, unutulmasın ki bu değişiklikten ilk
faydalanacak kişiler, Kayseri'de haklarında askeri savcılık
tarafından soruşturma açılan ancak o günde yakalanamayan beş sivil
kişi olduğudur. Olaylar, yasa değişikliğinin zamanlaması, yasa
değişikliklerinden nasıl ve kimlerin faydalandığı, bu yasa
değişikliklerinin Cemaat tarafından istenildiğini
göstermektedir."
İddia edilen "İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nın
komplosunun burada bitmeyeceğini ve Cemaat'in bu konudaki
başarısızlığı kabul etmeyeceğine dikkat çeken Başbuğ,
"Kamuoyunda "Amirallere Suikast"
soruşturması olarak bilinen Gölcük operasyonu 15 Temmuz 2009'da
İstanbul Emniyet Müdürlüğüne ulaşan isimsiz ve imzasız bir e-posta
ihbarıyla başladı. Donanma Komutanlığında görevli bazı teğmenler
ile askeri okul öğrencilerinin uyuşturucu ve fuhuş temelli örgütsel
faaliyetler içerisinde oldukları iddia ediliyordu.
İstanbul Emniyet Narkotik Şube Müdürlüğünün hazırladığı
"sanık karar takip formu" incelendiğinde çarpıcı
bir gerçek ortaya çıkıyordu. Belgenin üzerindeki tarih 28 Haziran
2009 idi. Demek ki, soruşturma e-posta ihbarı ile başlatılmamıştı.
Komplo planlanmıştı. İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı diploma
töreninde karşılaştığım; İstanbul Valisine bu yapılandan çok
rahatsız olduğumuzu söyledim. Vali, Başbakan'a bilgi verip müsaade
istedikten sonra, Ankara'ya Genelkurmay Başkanlığı'na geldi.
Vali'nin elinde iddia edilen "Kafes Eylem Planı"
vardı. "Kafes Eylem Planı", 21 Nisan 2009 günü
ilginç bir şekilde Levent Bektaş'ın işyerinde bulunduğu ileri
sürüldü. Anlaşılan geçen sürede polis bu komplo planı üzerinde
çalışmıştı. İddia edilen planı karargah inceledi. Gecikmesiz
olarak, incelenmek üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na
"Kafes Eylem Planı" gönderildi. Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı, ortada bir delil veya bilgi bulunmadığı için askeri
savcılık tarafından soruşturma açılmasına gerek duymadı. Ancak,
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 5 Kasım 2009'da "Kafes
Eylem Planı" soruşturmasını açtı. Poyrazköy ve Amirallere
Suikast soruşturmaları sonunda hazırlanan iddianameleri incelemeyi
müteakip; 10 Şubat 2010 günü bir gazeteye röportaj verdim. Amacım,
kamuoyunu bilgilendirmekti. Röportajda şu konulara değinmiştim.
"Bir denizaltıda bomba patlatıp çoluk çocuğun ölümü ile
kaos yaratılacağı iddia edilmektedir. Bulunan patlayıcı ise yarım
libre TNT ile iki burgu patlayıcı. Toplam 400 gram Patlayıcılar,
buradaki kripto cihazlarının düşmanın eline geçmesini önlemek üzere
eskiden konulduğu belli. Usulüne göre imha edilmemiş. 450 gram
patlayıcı denizaltıyı batırır mı? Hayır. Gemiye ziyaret için gelen
çocukları öldürmek için konulduğunu iddia etmek saçmalıktır.
İddianamenin suçlar bölümünde amirallere suikast ile ilgili bir
satır var mı? Hayır. Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast
yapacaklar diye, yazan, çizen, bağıranlara ne oldu? Bunun hesabını
kim verecek, böyle rezillik olur mu? Deniz Kuvvetleri sürekli
gündemde, neden? Karadeniz'in önemi giderek artıyor. Doğu
Akdeniz'inki zaten malum. Milli Gemi projesi ile artık kendi
gemilerimizi üreteceğiz. Bize karşı yapılanların arka planını
biliyoruz. Birileri gerekeni yapar diye susuyoruz ve bekliyoruz.
Ama, bununda bir sınırı var." Bu konuşmada, hakkımda
hazırlanan iddianamede yer aldı. Suçlama yine aynı idi:
"Ergenekon Davasını" kamuoyu gözünde
itibarsızlaştırma ve yargılamayı etkileme.
Peki ne oldu? Ekim 2015'de "Kafes Eylem Planı",
"Amirallere Suikast", "Gölcük
Belgeleri" gibi davaların birleştirildiği 84 sanıklı
"Poyrazköy'de Ele Geçen Mühimmat" davasındaki
bütün sanıklar beraat etti" diye konuştu.
"KOMPLOCULAR; İDDİA ETTİKLERİ "İRTİCA İLE MÜCADELE
EYLEM PLANI" İLE GİRDİKLERİ ÇIKMAZDAN ÇOK
RAHATSIZLARDI"
7 Ağustos 2009 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı suç
yerinin Ankara olması nedeniyle "İrtica İle Mücadele Eylem
Planı" ile "TSK'ni aşağılama ve hakaret
suçu"na ilişkin soruşturmanın Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından yürütülmesini istediğini sözlerine ekleyen
Başbuğ, " Bu karar çok önemli idi. İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı iddia edilen planın birileri tarafından üretildiğini
ve bunların amaçlarının ise TSK'ne bir komplo/kumpas kurulması
olduğunu bir noktada kabul ediyordu. Bu aslında, çok önemli bir
kırılma ve dönüm noktasını oluşturuyordu. Komplocular tam bir panik
haline girmişlerdi. Komplocular; iddia ettikleri "İrtica
ile Mücadele Eylem Planı" ile girdikleri çıkmazdan çok
rahatsızlardı. Medyadaki rüzgar aleyhlerine dönmüştü. Çıkış yolu
aradılar. Çözüm; 30 Eylül 2009 günü Savcı Zekeriya Öz'e gönderilen
bir ihbar mektubunda bulundu. İhbarcı, mektuba göre bir subaydı.
İhbarcı subay mektup ile gönderdiği "İrtica ile Mücadele
Eylem Planı"nın ıslak imzalı olan dosya suretini 12
Haziran 2009 günü klasörden almıştı. Neden 3,5 ay bekledi? Kimse bu
konunun üzerinde durmadı. Öz, ihbar mektubu kendisine ulaşır
ulaşmaz; 16 Ekim 2009 günü mektubu Adli Tıp Kurumu Başkanlığı'na
gönderdi. Olay; 23 Ekim 2009 günü basında yer aldı. İşin ilginç
yönü 19 Ekim 2009 günü de Habur olayı yaşanmıştı. Bu iki olay
arasında bir ilişki olduğu şüphesini çok kişi taşımaktaydı. İddia
edilen planın üzerindeki "ıslak imza"nın
incelenmesinin yapılması ise tam 3,5 ay sürdü. Karar, dört üyenin
muhalefeti ile çıktı. Bir imzanın incelenmesi bu kadar süremez. Bu
akla, arzu edilen bir şekilde raporun çıkması için kadrolaşma için
harcanan sürenin, 3,5 ay aldığını getirir.
11 Kasım 2009 günü, ifadeye çağrılan Alb.Çiçek tutuklandı. Giydiği
eldivenler ile "ıslak imzalı" planı ele alan,
Çiçek defalarca, planın üzerinde bulunan parmak izlerinin
incelenmesini talep etti, bu talepler hiçbir zaman dikkate
alınmadı. Çünkü, hazırlanan plan üzerinde komplocuların parmak
izleri vardı.
Başbakan, iddia edilen "İrtica İle Mücadele Eylem
Planı"nın yer aldığı ihbar mektubuna ilişkin kendisine
sorulan soruya, 8 Kasım 2009 günü şöyle cevap vermişti:
"Genelkurmay Başkanı ile İrtica İle Mücadele Eylem Planı
ile ilgili aramızda bir sorun, güven sorunu yok." 27 Ekim
2009 günü Erzincan Çatalarmut Köyü yakınında bulunan DSİ barajında
mühimmat bulundu. Mühimmatı bulan, "Göyne" isimli
bir gizli tanıktı. İfadesi şöyleydi: "Balık tutmak için
göle gittiğimde göl sularının çekilmiş olduğunu gördüm. Biraz
dikkatle baktığımda yan taraflarda bir adet el bombasının olduğunu
gördüm, etrafa saçılmış çok sayıda mermilerin ve el bombalarının
olduğunu görünce, görüşmekte olduğum polis memuruna telefonla
ihbarı yaptım." Mühimmatları bulan vatandaş gizli tanık
yapılıyor. Nasıl oluyor ise; o vatandaş ihbarı arkadaşı olan polise
yapıyor. Gerçekten, inanılması zor bir durum. Daha sonra tutuklanan
MİT personeli, Çatalarmut'taki mühimmatı oraya polisler koydu diye
ifade verdi. 10 Aralık 2009 günü 3.Ordu Komutanı Erzurum Özel
Yetkili Savcılığı tarafından ifade vermeye çağrıldı. Bu bir ilkti.
Görevi başında, bir Ordu Komutanı, şüpheli olarak ifade vermeye
çağrılmıştı. Mazeret gösterilerek, Ordu Komutanı ifade vermeye
gönderilmedi. Kasım ayı içerisinde Deniz Kuvvetleri personeline
yönelik büyük bir karalama kampanyası da yürütülmüştü.
Soruşturmaların bir Ordu Komutanına kadar uzaması, TSK personeli
üzerinde büyük etki yaratmıştı. Bunun üzerine, 3.Ordu bölgesine
giderek, personele moral desteği verilmesinin uygun olacağı
düşünüldü. 17 Aralık 2009 günü Trabzon'a gidildi. Trabzon limanında
bulunan Oruç Reis Fırkateyni'nde bir konuşma yaptım. Konuşma yeri
için bir Fırkateyni seçmemin nedeni, Deniz Kuvvetleri personeli
üzerinde olumlu etki yaratmaktı. Ergenekon savcı ve hakimleri,
konuşmanın bütününe bakmadan, bir cümleyi saptırarak, Oruç Reis'in
kişiliğinden hareket ederek anlamsız suçlamalarda bulundular.
Üzerinde durdukları cümle şu idi; "TSK'ne karşı
yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekata ilişkin bazı
hususlara değinmek istiyorum. Bu konulara TCG Oruç Reis
Fırkateyni'nde değinmemin özel anlamı var." Halbuki, daha
öncede değindiğim gibi, Oruç Reis Fırkateyni'ni seçmemin nedeni,
Deniz Kuvvetleri personeline moral vermekten ve TSK'ne karşı
yürütülen asimetrik psikolojik harekata değinmekten başka bir şey
değildi" dedi.
"Balyoz" davasının TSK'ya vurulan en büyük darbe
olduğuna dikkat çeken Başbuğ, şunları söyledi:
"Bu darbe ile, pek çok değerli Türk Silahlı Kuvvetleri
personelinin, TSK'nden ilişiği kesilmiştir. Tarih, bu davayı bir
ülkenin, kendi ordusuna yapabileceği en büyük ihanet olarak
yazacaktır. Bundan, hiç şüphem yok. Yeniden yargılanma neticesinde,
7 arkadaşım dışında herkes bu davadan beraat etti. O arkadaşlarımın
da beraat edeceğine yürekten inanıyorum. 30 Ağustos 2010'da emekli
oldum. Herhalde, benimle hesaplaşmak için emekli olmamı beklediler.
Suçlama içinde "İnternet Andıcı" nı seçtiler.
İnternet Andıcı internet sitelerini konu alan, metin kısmı iki
sayfadan ibaret tamamlanmış bir karargah çalışmasıdır. Andıçın
içinde suç unsuru teşkil edecek bir husus kesinlikle yoktur. Ama,
Ergenekon Savcıları ve hakimleri için bu önemli değildir. Onlar, bu
andıç vasıtasıyla, kara propaganda ve dezenformasyon
faaliyetlerinin icra ve organize edildiğini ileri sürerken, o anda
ve ilerde Genelkurmay Başkanlığı'nda bu amaçla kullanılabilecek
hiçbir internet sitesi olmadığını görmeyecek kadar vicdansız ve
üzerlerine cüppe giydirilmiş zavallılardır. İnternet Andıcı ile
bana ulaşmak için, karargahımdaki personeli de tutuklayıp, ceza
evine koymaktan çekinmeyecek kadar gözü dönmüş, böyle bir mahkemede
savunma yapmayı uygun görmedim. 7 Haziran 2013 günü, Mahkeme de
yaptığım genel değerlendirmemi, şu sözlerim ile bitirmiştim:
"Eğer İnternet Andıcı adlı sanal davanın asıl amacı-ki ben
öyle olduğunu düşünüyorum- Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'nda
benim komutam altında çalışan ve sadece yasal bir belge olan
İnternet Andıcı üzerinde parafeleri bulunan sivil memurundan
orgeneraline kadar tüm personelin üzerlerine basarak Genelkurmay
Başkanı'na yani bana ulaşmak ise, bu silah arkadaşlarımı bırakınız
gitsinler. Ne yapacaksanız bana yapınız.Buradayım. Dimdik
ayaktayım."
"BUGÜN OYNANAN OYUNUN BAŞ AKTÖRLERİ DEĞİŞMİŞ OLABİLİR,
ANCAK OYNANAN OYUN DEĞİŞMEMİŞTİR"
Tarihin, ilerisini göremeyenler için acımasız olduğunu kaydeden
Başbuğ, "Osmanlı Kürtlerinin 20. Yüzyılın başında, kendi
iradeleri dışında, büyük devletlerin uyguladığı Ortadoğu politikası
neticesinde; üç devlet arasında, yani Türkiye, Irak ve Suriye
olarak bölünmesi Türkiye açısından, bir iç ve dış güvensizlik
ortamı yaratmıştır. Bugün oynanan oyunun baş aktörleri değişmiş
olabilir, ancak oynanan oyun değişmemiştir. Irak'ın Kuzeyinde
bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşu, sadece zaman meselesidir.
PKK, belki de beklemediği bir şekilde, Suriye'nin kuzeyinde kendi
topraklarına sahip olma ışığını görmüştür. Türkiye'deki etnik Kürt
milliyetçileri ise, temelde iki ayrı millet olma iddiasını
savunmaktadırlar. Bu ayrılıkçı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sonu;
bağımsızlıktır. Bu gelişmeler karşısında Türkiye bölgesinde güçlü
olmalıdır. Bunun için yapılacak ilk iş; Türk Ordusu'nun kırılan
gurur ve onurunun tamir edilmesidir. Bunun gerçekleşmesi aynı
zamanda Türk Milletinin adalete karşı duyduğu güveni de
tazeleyecektir. Bir Genelkurmay Başkanı'nın Özel Yetkili Savcılar
ve hakimlerin yaptığı gibi, suçlanması, hiçbir zaman kişisel
suçlama olarak kabul edilemez. Bu suçlama, gerçekte onun şahsı
üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yöneltilen ağır bir
suçlamadır. Amaç; Türk Ordusunun gurur ve onurunun kırılmasıdır.
Onlar tarafından suçlanan, Genelkurmay Başkanı ne yapmıştır?
Sadece; Atatürk'ün bir subayı olarak, O'nun "Hayat demek
mücadele demektir. Hayatta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede
başarı kazanmaya bağlıdır" sözüne sadık kalarak, yalnız
görevde bulunduğu süreçte değil, hayatının son dakikasına kadar
mücadeleye devam etmiştir ve etmektedir. Eski itibarına kavuşan
Türk Ordusunun başaramayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu Ordunun
mayası sağlamdır. Çünkü bu Ordu, Mustafa Kemal Atatürk'ün
Ordusudur. Bu Ordu, Atatürk'ün dediği gibi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman
zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk
Ordusudur. Ancak, geçtiğimiz dönemde Atatürk'ün Ordusuna ihanet
edilmiştir. İhanetin kimler tarafından planlandığını, uygulandığını
ve desteklendiğini konuşmamın önceki bölümlerinde ortaya koydum.
George W.Bush yönetimi, TSK'ne karşı oynanan oyunu desteklemiştir.
Siyasi iktidar "Ne istediler de vermedik" ve
"aldatıldık" ifadeleri ile Cemaate gerekli desteği
verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça
belirtmiştir. Cemaat ise işlenen hukuk cinayetlerinin asli
failidir. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri
kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidarlar, siyasi
partilerdir. Başı bellidir, sonu bellidir. Ne olursa olsun partiler
ile hukuk çerçevesinde kalarak mücadele edilebilir. Sonuçta,
seçimler ile millet siyasi partilerden hesap sorar. Ama Cemaat,
başı bellidir ama sonu belli değildir. Görülmezdir. Hele bu yapı
Devleti ele geçirmeyi hedeflemiş ise, bu tehdidi görmezlikten
gelemezsiniz. Hanefi Avcı, son kitabında "17 Aralık'ta
başlayan operasyonun amacının yolsuzluğu ortaya çıkarmak değil
darbe olduğunu, rakibini devirmeyi ve iktidarı ele geçirmeyi
hedeflediğini, ortada evet bir yolsuzluğunda olabileceğini ancak,
Cemaatin hiçbir zaman yolsuzluğu önlemek ve bu yönde görev alma
gibi bir hedefinin olmadığını" yazmıştır. Bu çerçevede,
elbette Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı en önemli ve en büyük
sorunlardan birisi; Cemaatin illegal yapılanmasıdır. Yalnız bu
düşünceyi bazıları gibi ben ilk defa bugün dile getirmiyorum.
Genelkurmay Başkanlığı dönemimde açıkça bu tehdide işaret ettiğim,
herkesin malumudur. Her şey, net olarak ortadadır. Hala durumu
anlamamakta ısrar edenlere, iki hukuk adamının sözlerini
hatırlatmak isterim: Yargıtay Birinci Başkanı; 1 Eylül 2015'de
yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Son yıllarda, gündemin
ön sıralarında yer alan davalarda temel kurallara aykırı şekilde
yapılan adli işlemler Türk kamuoyunu ciddi şekilde meşgul etmiş ve
uluslar arası alanda da bunun yansımaları olmuştur. Hukuka aykırı
işlemlerin hedefi olan gazetecilerin, siyasetçilerin, hakim ve
savcıların, bürokratların ve kritik noktalardaki Silahlı Kuvvetler
mensupları ile emniyet görevlilerinin toplum ve devlet hayatı
açısından taşıdıkları önem dikkate alınırsa, söz konusu ihlallerin
adalet sisteminin rutin işleyişinden kaynaklanan münferit
hatalardan ayrı bir şekilde değerlendirilmesi gerekir."
Yargıtay Birinci Başkanı; açık şekilde "kritik
noktalardaki Silahlı Kuvvetler mensuplarının" hukuka aykırı
işlemlerin hedefi olduklarını, bu kişilerin devlet hayatı açısından
taşıdıkları önemin dikkate alınmasını ve yapılanın rutin
işleyişinden kaynaklanan münferit hatalar olarak görülmemesine
işaret etmektedir. HSYK 2. Daire Başkanı 21 Eylül 2015 günü basına
yansıyan konuşmasında ise şu noktaya temas etti: "Yasa
dışılığa, adalet ülküsü dışında hareket eden, hukuk zemininde
kalmayan eylemlere göz yumulduğunda neler yaşandığını, yakın bir
geçmişte,
Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, İzmir ve İstanbul Casusluk, Hanefi
Avcı, İlhan Cihaner, Ahmet Şık, Nedim Şener soruşturma ve
davalarında hep birlikte gördük, izledik ve ders aldık."
HSYK 2. Daire Başkanı da, başta "Ergenekon" davası
olmak üzere, bu davalarda yaşanan hukuksuzlukları gördüklerine ve
buralardan ders çıkardıklarına değinmektedir. Her şey bütün
çıplaklığı ile ortadadır. Adeta "düşman hukuku"
uygulanarak suçlananlar, cezaevlerinde yıllarca tutulanlar, bugün
Türk Milletinin gözünde suçsuzdurlar, çoktan beraat
etmişlerdir. Ya bu süreçte hayatını kaybedenler? Onları geriye
getirebilecek bir güç var mıdır? Ortada yapılacak iki şey
kalmıştır: Birincisi, bu süreçte zarar görenlerin
"itibarlarının" geri verilmesi, böylelikle Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin kırılan onur ve gururunun tamir edilmesidir.
İkincisi ise, bu komploları planlayan, icra eden ve açıkça
destekleyenlerin yargı önüne çıkartılarak, adil şekilde
yargılanmasıdır. Hala önümüzde zaman ve şans olduğunu
düşünmekteyim. Heyetinizin bu tarihi fırsatı en iyi şekilde
kullanacağına ilişkin inancımı koruyorum" ifadelerini
kullandı.
(İHA)