'Yazmak, benim için yaşamak gibidir'
Gaste24’ten Deniz Demirdağ, Gazeteci Yazar Naif Karabatak’ın ikinci mizah kitabı olan “Yağlı Yavan” ile ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Naif Karabatak, “Mizah bir sanattır; ince bir zekâ gerektirir; trajiktir, komiktir, eleştirir, iğneler, güldürür, düşündürür ve hepsini birden yapar, hepsini de sokak ağzıyla konuşmadan yapar/yapabilir.” diyor.
Gaste24’ten Deniz Demirdağ, Gazeteci Yazar Naif Karabatak’ın ikinci mizah kitabı olan “Yağlı Yavan” ile ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Naif Karabatak, “Mizah bir sanattır; ince bir zekâ gerektirir; trajiktir, komiktir, eleştirir, iğneler, güldürür, düşündürür ve hepsini birden yapar, hepsini de sokak ağzıyla konuşmadan yapar/yapabilir.” diyor.
Naif Karabatak kimdir? Bize biraz hayat hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
1964 Adıyaman doğumluyum. Genç yaşta gazeteciliğe başladım.
Yaygın gazetelerin Temsilciliğini ve muhabirliğini yaptım. (Milli
Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak…) Daha sonra yerel gazetelerde köşe
yazarlığı yaptım. Uzun yıllar boyunca günde iki yazı yazdım.
Bunlardan birisi mahlas isimle mizah, diğeri de kendi adımla
gündeme ilişkin yazılardı. Mizahi yazılarımı “Bir Delinin Not
Defteri” köşesinde Cenk Gülen adıyla kaleme alıyordum. 2005 yılında
bu köşede kaleme aldığım mizahi yazılardan oluşan bir kitap
yayımladım. Aynı yıl GAP Oscarları ödül töreninde “Yılın Yazarı”
seçildim. Aylık olarak yayımlanan Perre Edebiyat dergisinin
editörlüğünü yaptım, sonra Güne Bakış Gazetesine geçtim ve yaklaşık
13 yıl boyunca genel yayın yönetmenliği yaptım. Güncel yazılarım
ile mizahi hikâyelerim birçok gazetede, Makas ve Dilhane başta
olmak üzere çeşitli dergi ve sanal mecrada yayımlandı, yayımlanmaya
da devam ediyor.
Bir hikâyem uzun metraj (Dursun Çavuş), bir hikâyem de kısa metraj
(Bir Avuç) filme alındı. Yazarlığın dışında danışmanlık maceram da
bulunuyor. Bir süre siyasilere “siyasi” ve “basın” danışmanlığı
yaptım. Aynı zamanda bir kamu kuruluşundan emekliyim. Halen
İstanbul’da özel bir şirkette İnsan Kaynakları Müdürü olarak görev
yapıyorum. Evli, bir kız, iki erkek olmak üzere üç çocuk, 2 torun
sahibiyim. Bir torunumu da büyük bir hasretle bekliyoruz.
Allah selamet versin, Ortaokulda Türkçe öğretmenimiz Hürriyet
Takmaz, yazdığım bir kompozisyon sonrası verdiği moral ve öğütle
başladı aslında. “Okur ve kendini geliştirirsen ileride çok önemli
bir yazar olursun.” demişti. Okul gazetesini de bana emanet
etmişti. Büyüdüm, yazar oldum ama çok iyi yazar kısmı şimdilik
havada. Yıllar sonra bir teklifle yerel gazetede yazarlığa başladım
ama öncesinde fırsat buldukça pek düzenli olmasa da çeşitli
konulara ilişkin görüşlerimi o zaman yayın yapan bazı dergilere
göndermiş, yayımlatmıştım. Ancak bunların hiçbirisi ‘mizah’la
alakalı değildi. Daha çok siyasi, gündem ve arada bir de edebi
yazılardı.
Yazmak, benim için yaşamak gibidir. Yaşıyorsam yazıyorum;
yazıyorsam yaşıyorum. Herkesin kendini bir ifade ediş şekli vardı.
Kimi konuşur, kimi susar, kimi resim yapar, kimi müzik yapar.
Herkes kendini farklı şekilde ifade eder. Ben de kendimi yazarak
ifade ediyorum. İçimden geçenleri kâğıda dökmenin dışında, okurla
konuşuyor, sohbet ediyor gibi yazıyorum. Çünkü yazmak, aynı zamanda
okurun hayatına bir şekilde girmektir.
Edebi yolculuğunuzda özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce adamları kimlerdir?
Aslında bu yolculukta iki yol var, birisi düşünce, diğeri mizah.
Her ikisinde de farklı farklı etkilendiklerim oldu elbet. Belki
çoğumuz gibi Dünya Klasiklerinden etkilendim, Türk Klasikleriyle
büyüdüm, sonra Ali Şeriati, Seyyid Kutup, Necip Fazıl Kısakürek,
Rasim Özdenören, Nazım Hikmet, Aziz Nesin gibi önemli isimlerin
eserlerini okudum. Bütün bunların içinden etkilendiğim yerler de
oldu, eleştirdiğim yerler de. Ve böylelikle kendi düşünce yapımı,
kendi doğrularımı ortaya çıkardım, herkes gibi. Daha çok roman ve
hikâye okuduğumu itiraf etmeliyim. Özellikle dünya klasikleri
içerisinde önemli yer tutan romanların tamamına yakınını büyük
beğeniyle okudum. Halen de fırsat bulduğumda okumaktan büyük
bir keyif alırım. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Ömer
Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa gibi aynı çağda
yetişmiş isimlerin eserlerini de halen haz alarak
okuyanlardanım.
Çocukluğumdan bu yana mizaha bir ilgim olduğunu söylemeliyim. Ne de
olsa hepimiz Nasreddin Hoca’nın neslinden gelenleriz. Oğuz Aral’ın
tarzına, Aziz Nesin’in kurgusuna hayrandım. Düşünce yapıma ters
olan yazarları okumaktan kaçınan birisi değildim. Her kesimden
yazarı okur, her düşünceden kendime bir yol bulurdum. Bizim kesimde
mizah yazan pek olmazdı. Birkaç dergi girişimi de başarısız
olmuştu. O dönemlerde Gırgır başta olmak üzere mizahi dergilerin
müptelasıydım. Mizah konusunda merhum Oğuz Aral ile Nabi Avcı’nın
yazdığı Molla Kasım, benim için önemli bir kaynaktı, o kaynaktan
kana kana içtim, Entel Cezmi’yi de hiç kenara atmadım.
Mizah yazmanızın bir hikâyesi ya da sebebi var mı? Mizah alanında hikâyeler yazmanızın temel amacı neydi?
Her gün yazı yazan birisi olarak, siyasetin kısır çekişmelerini,
hayatın sert yüzünü, bürokrasinin suratsızlığıyla uğraşmaktan
bıkmıştım. Yazılar artık bana keyif vermiyordu. Keyif almadığım bir
yazıyı, okurlara “okuyun” diye sunamazdım. İnsan önce yaptığı işten
zevk almalı, yaptığını/yazdığını/söylediğini önce kendi beğenmeli,
sonra beğenilmesini beklemeliydi.
2000’li yılların başından bu yana sürekli yazan birisi olarak,
‘somurtkan’ yazı yazmaktan haz almamaya başlamıştım. Ben de işin
mizahi yönünü ortaya çıkararak, hayatın gülen yüzünü göstermeye
çalıştım. Önce işe “FotoŞaka” ile başladım. Yerelde siyaset yapan,
sanatla uğraşan ve önemli isimler arasında yer alan insanımızı,
incitmeden, kırmadan, dökmeden ve asla hakaret etmeden fotoğraf
karelerini mizahi olarak konuşturmaya başladım. Herhangi bir
etkinlikte, açılışta, ziyarette yer alan fotoğraf karesinde
bulunanların bakışına, duruşuna, hareketlerine göre bir kurgu
yapıyordum, onları konuşturuyordum. Bu çok ilgi gördü. Sonra siyasi
mizah yazmaya başladım. Daha sonra ise işi hikâye yazmaya kadar
götürdüm ve böylece mizahi hikâyeler bir biri ardına gelmeye
başladı. Kendime yeni bir yol çizmiş oldum. Aslında yazdıklarımı
hikâye veya öykü diye bir kalıba sokmuyorum. Kendimce ve
olabildiğince rahat olarak kaleme aldığım bu yazılarıma “Mizahi
Yazılar” diyorum.
Günümüzde mizahın edebiyatımızdaki yeri nedir?
Yazı, çizgi ve oyunla insanları güldürmeyi amaçlayan sanata mizah deniyor. Mizah, salt güldürmeyi amaçlayan bir sanat değil, güldürürken düşündüren, bazen de trajikomik yönüyle insanları hem güldüren hem hüzünlendirendir. Türk edebiyatında mizahın çok önemli yeri olsa da günümüzde ne yazık ki öyle değil. Bunda en temel sebep, mizahı belden aşağı, küfür seviyesine indiren kesimin etkili olmasından kaynaklanıyor. Küfür, bir sanat değildir ama ne yazık ki küfrü bir sanat olarak lanse eden ve bundan para kazanan çok önemli bir kesim var. Oysa mizah bir sanattır; ince bir zekâ gerektirir; trajiktir, komiktir, eleştirir, iğneler, güldürür, düşündürür ve hepsini birden yapar, hepsini de sokak ağzıyla konuşmadan yapar/yapabilir.
Mizah edebiyatının usulleri nelerdir? Ve günümüzde bu usullere uygun çalışmaların varlığından söz edebilir miyiz?
Eskiden latife denirdi, fıkra denirdi, şaka denirdi, nükte denirdi, hiciv denirdi, takılma denirdi… Ne denirse densin, adı ne olursa olsun, mizahı, hayatın zorlu yönüne tebessümle bakmayı sağlayan bir akım olarak görüyorum. Bu akımın en önemli ustası bana göre Nasreddin Hoca’dır. Her fıkrasında bir ders verirken, aynı zamanda bu dersi tebessümle almamızı sağlar. Fıkralarında insanların ikiyüzlülüğünü, fırsatçılığını, çıkarcılığını, kabalığını, kibarlığını, hoşgörüsünü veya öfkesini görme şansınız olur. Aslında hayatın bütün somurtkan yüzünü tebessüm ederek öğrenir, derin bir düşünceye dalarsınız. Günümüzde bu usullere uygun çalışanlar var ama sesleri pek çıkmıyor. Mizahın veya komedinin köşe taşlarını tutanlar, “bu iş küfürle olur” algısını yerleştirmiş, ne acı ki bu algıya müsait bir de alıcısı var.
Acının mizahı tetiklemesi hususundaki düşünceniz nedir?
Hani bir söz var, “birisi çok gülüyorsa onun derin bir acısı
var.” diye. Bu ne kadar doğru bilmem ama acı, gerçekten de mizaha
kapı aralıyor. Belki de hayatın zorlu yönlerini yumuşatmanın yolu
olarak mizah görülüyor. İnsanların gülmeye ihtiyacı var, bazı
olayları tebessüm ederek geçiştirmek mümkün. Bugün yaşadığımız
güçlükleri 5 yıl, 10 yıl, 20 yıl sonra gülerek anıyor ve
anlatabiliyorsak bugün de aynısını yapabilir, acıları lezzete
dönüştürebiliriz. Mizah, yaşanan acılara lezzet katandır belki
de…
Malumunuz bugünlerde bütün dünyayla birlikte biz de Coronovirüs
nedeniyle zor günler geçiriyoruz. Evde kalmanın hepimizin sağlığı
açısından önemli olduğunu biliyor, inanıyoruz. Zorlu süreci tiye
alanlar da var, çok fazla ciddiye alan da kararınca uygulayan da.
İşin mizahi yönü, bu zorlu süreci atlattıktan sonra ortaya çıkacak.
Ben şöyle maske takmıştım, sen şöyle takmıştın, o eldiven neydi
öyle, kolonya döke döke bir haller olduk, dezenfekte, sabun, el
yıkama, eve girme, evden çıkma, işe gitme... Bütün bunların her
süreci bizlere yeni mizah kapısı açacak. Çünkü acılar yaşanırken
gülmek kolay değil, acıdan kurtulduktan sonra tebessümle anmak çok
daha kolay.
Yeni mizahi hikâyelerinizin yer aldığı “Yağlı Yavan” ile okurlarınızın karşısındasınız. İkinci kitabınız olan “Yağlı Yavan”ın yazım aşaması ne zaman başladı ve bu süreç nasıl gelişme gösterdi?
“Yağlı Yavan”, bizzat yaşadığım bir olay üzerine kaleme aldığım hikâyeye isim olan bir kitaptır. Uzun süre genel yayın yönetmenliği yaptım. Birçok kurumla, birçok kuruluşla haber ve yazılar konusunda didişmem oldu, eleştiri aldım, övgü aldım, yergi aldım. Bütün bunları yaşarken de Kraldan çok kralcı olanlarla muhatap olmak zorunda kaldım. Yağlı Yavan, aslında editörlük hayatımda başımdan geçen bazı olayların ironik bir dille eleştirilmesidir. “Yağlı Yavan” kitabı, 48 hikâyeden oluşuyor. Bir birinden bağımsız duran bu hikâyelerin ortak noktası ise “yavanlık” olarak algılayacağımız, üstüne vazife olmayan şeylere karışanların karikatürize edilmesi de diyebilirim.
Kitabımda yer alan hikâyeleri bir defada yazmadığım için kaleme
alışımın değil ama kitabı yayımlamanın temel dinamiği vardı. Bu da
yaklaşık 20 yıldır yazan birisine sürekli “neden kitap
çıkarmıyorsun?” diyen bir okur kesiminin ve dostların talebidir
desem yeridir. Hikâyelerin belli bir hedef kitlesi yok. Her yaştan,
her yerden ve her meslekten insanımızın okuyabileceği, sade
anlatımlı mizahi hikâyelerdir.
“Bu kitap kendi adıma çıkardığım ilk kitap olma özelliğini taşıyor
ve kitabın basılma hikâyesi bambaşka bir hikâyenin konusu”
diyorsunuz. Nedir bu basım hikâyesi sizden dinleyebilir miyiz?
Şimdilik bir kısmını anlatabilirim, bir kısmı belki çok daha
ileride.
İlk kitabımın çıktığı 2005 yılından hemen sonra aslında ikinci
kitabımı çıkarabilirdim. Ancak kitap çıkarmada temel ilkem “parayla
kitap çıkarmanın uygun olmadığı”na olan inancımdı. Bu bir ilke
değildi belki ama öyle düşünüyor, öyle değerlendiriyor, öyle
inanıyordum. Yazar dostum Mehmet Ali Başaran’ın da teşvikiyle 20-25
hikâyeden oluşan bir kitap için yayınevlerine başvuruda bulundum
ama incelendiğini dahi sanmıyorum. Çok uzun zaman yayınevlerinin
“bu kitabı biz yayımlayalım” davetini bekledim, o davet de bir
türlü gelmedi. İlkeyi bir yana bırakıp, bastırır parayı, çıkarırım
kitabı dediğimde de param olmadı.
2015-2016 yıllarında kitap çıkarmayı çok düşündüm. Ancak o süreçte
başımıza gelen kötü bir olay maddi olarak çok sarsılmamıza neden
oldu. Hatta 15 Temmuz hain darbe girişimi akşamı Atatürk
Havalimanına Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı
karşılamak için gittiğimizde cebimde bir şişe su parası bile yoktu.
Cumhurbaşkanını kurtarmak için havalimanına gidiyordum, ülkeyi
kurtarmak için sokağa çıkıyordum, sevdiklerimizi ve milletimizi adi
bir teşebbüsten korumak için canımızı ve kanımızı hiçe sayıyor,
küresel bir güce karşı dimdik ayakta duruyorduk ama cebimiz boştu.
Benim gibi sokaklarda olup, o gece cebi boş olan çok insan vardı,
bir şişe su alıp serinlenememiştik ama ülkemizi ve insanımızı
kurtarmıştık. Belki de parasız kahramanlardı onlar, içinde ben de
yer aldığım için mutluyum. Böyle bir zamanda kitap çıkarmama engel
olan da maddi olarak bizi çok yıpratan olay oldu.
Geçen yıl kitabımı parayla çıkarmaya tam niyetlenmiştim ki Şeyma
Subaşı’nın “Sadece Şeyma” kitabı çıktı, ben kitap çıkarmaktan
vazgeçtim. Daha sonra kitapyurdu.com’un doğrudan kitap yayınlama
projesi hayata geçti. Editörlük ve tasarım için bir ajansla
anlaşmanın dışında bir ücret ödenmeyecekti ve bu da benim gibi
“parayla kitap mı çıkarılır?” düşüncesine sahip yazarlar için
bulunmaz bir projeydi, dâhil oldum ve “Yağlı Yavan”la
karşınızdayım.
Gazeteci ve yazar kimliğiniz yanında nasıl bir okursunuz? Okurken nelere dikkat edersiniz?
İyi bir okur muyum bilmem ama iyi bir okur olmak için çok uzun yıllardır mücadele ediyorum ve bu mücadelem son nefesime kadar sürecektir İnşallah. Okumak, bambaşka bir hayata kapı aralamaktır. Okumak, istemediğin yerden farklı mekânlara uçuvermektir. Okumak, bulunduğun ortamdan çıkmak, yaşadığın sıkıntılardan arınmak, hayata daha farklı pencerelerden bakma imkânı yakalamaktır. Okumak, bana göre bir kaçıştır ama daha iyiye, daha güzele, daha bilinmeyenlere.
Ancak ne okuduğunu da bilmek gerekir. Sadece Şeyma’yı okumayınca bir şey kaybetmezsin, okuyunca da kazanacağın bir şey olmaz. Kitap çıkaranın okuru “enayi” gördüğü bir asgari ücret tutarında kitap çıkaran uyanıkların tuzağına da düşmek gerekmez. Tıpkı insan gibi kitabın da cildi, kâğıdı, kapağı, rengi, ebadı önemli değildir. Önemli olan onun bir kitap olması ve okuruyla bir bağ kurabilmesidir. O bağ varsa kitap on bin yıllık da olsa fark etmez, yeni de olsa fark etmez. O kitap bir asgari ücret tutarında da olsa fark etmez, bedava olsa da fark etmez. Demem o ki bir kitap kendini bana çekiyorsa beni de alıp bir başka âleme götürüyorsa o okunacak bir kitaptır. İnsanın dostudur, arkadaşıdır, belki sırdaşıdır bile…
Son olarak yeni projelerinizle ilgili konuşmak isteriz. Yakın zamanda hayata geçirmeyi düşündüğünüz yeni bir kitap çalışmanız var mı?
Yeni projem var ama bunun için “Yağlı Yavan”ın göreceği ilgi çok
önemli. Belki de herkes gibi benim de motive olmaya ihtiyacım var.
İlla mizah değil, denemelerden oluşan bir kitap çalışmam, mizahi
hikâyelerden oluşan bir başka kitap çalışmam daha var. İki kitap
için okurların karşısına geçebilirim ama ne zaman, o da kısmet.
Kaynak: Gste24