İslâm Dünyasında Arap Baharı Sonrası Kimlik Eksenli Çatışmaları Yeniden Düşünmek
Dr. Mustafa Cüneyt Özşahin
Gerek 11 Eylül sonrası ABD’nin Irak’a müdahalesi gerekse de Arap
Baharı sonrası at- mosfer, Ortadoğu’da kimlik savaşlarının ortaya
çıkışında iki önemli kırılma noktası mahi- yetindedir. Bu çalışma,
kimlik savaşları olgusu üzerinde Suriye, Mısır ve Körfez ülkeleri
örnekleri üzerinden Türkiye’nin pozisyonuna özel bir vurgu yaparak
bir değerlendirme sunmayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda bölgesel
aktörlerin çoklu kimliklere sahip olduk- ları ve farklı kimliklerin
muhtelif ittifak ilişkilerine kapı aralayabilecekleri iddia
edilmektedir. Ayrıca özcü bir kimlikler yaklaşımı yerine bölgesel
çatışmanın gerisinde yatan temel motivasyonun güç ve güvenlik
kaygıları olduğuna yönelik bir hatırlatma yapılmaktadır.
21. yüzyılın ilk yarısında Ortadoğu’nun güvenlik strüktürünü
dramatik biçimde dö- nüştüren iki gelişmeden bahsetmek mümkündür.
Bunlardan ilki 2001 yılında İkiz Kulelere ve Pentagon’a
yönelik saldırı, ikincisi ise 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve
bölge ülkelerine sıçrayan rejim değişikliği talepleri ile tebarüz
eden Arap isyanları olarak sıralanabilir. Bu değerlendirmede
etnik ve mezhepsel olarak çoklu bir kimliğin taşıyıcısı olan
Türkiye’nin Ortadoğu’da kimlikler arası mücadelede nasıl bir
pozisyon aldığı özellikle Suriye, Mısır ve Körfez ülkeleri ile olan
ilişkiler bağlamında analiz edilecektir. Ayrıca bu analiz,
Ortadoğu’da Arap Baharı sonrası ortaya çıkan yeni uluslararası
güvenlik strüktürünün mahiyetini tartışmayı hedeflemektedir. Etnik,
mezhepler arası, mezhepler içi ve seküler-İslâmcı gibi kimlik
temelli ittifak ve çekişmelerin Ortadoğu jeopolitiğini büyük ölçüde
şekillendirdiği sıklıkla dillendirilen bir iddia niteliğindedir.
Bununla birlikte gerek aktörlerin barındırdığı karmaşık çoklu
kimlikler gerekse de her ülkenin kendine has güvenlik arayışı,
Ortadoğu’da çatışmayı bir kimlikler mücadelesi şeklinde okumaya
izin vermemektedir. Yoğunlukla yazılı medya kaynakları taranarak
gerçekleştirilen bu değerlendirmede Ortadoğu’da kimlik olgusuna
dayalı analizlerin ne ölçüde tutarlı ve açıklayıcı olacağına dair
bir tartışma yapıl- maya çalışılmaktadır.
11 Eylül’den Arap Baharına: Ortadoğu’da Fay Hatları
11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler ve Pentagon’a gerçekleştirilen
saldırılar sonrasında ABD terörizmle mücadele stratejisi
çerçevesinde sırasıyla Afganistan ve Irak’a müdahale ederek
Ortadoğu’da sosyo-politik anlamda taşları yerinden oynatarak uzun
yıllara yayılacak olan bölgesel istikrarsızlığın tetikleyici gücü
olmuştur. Öyle ki Amerikan müdahalesi sonrasın- da İran’ın
giderek artan etkisi, bölgede radikal unsurları
da içerisinde barındıran reaktif ve
çatışmacı bir zemin üretmiştir. Yukarıda değinildiği gibi bölgenin
kaderine tesir eden ikinci önemli gelişme ise 2010 yılında patlak
veren Arap isyanları olmuştur. Başlangıçta isimlendirildiği
şekliyle Arap Baharı, tüm bölgenin demokratikleşmesi için büyük bir
fırsat olarak değerlendirilmiş ancak bu büyük fırsat zamanla kadük
hale gelmiştir. Bölgede Arap Baharının yarattığı olumlu iklimin
hızla ortadan kalkmasıyla eş zamanlı olarak tüm bölge- yi kaosa
sürükleyen içerisinde vekalet savaşlarının da olduğu çatışmalar
patlak vermiştir. Birbirinin ardılı olarak neşv-ü nema bulan bu iki
hadise, 11 Eylül sonrası ABD müdaha- leciliği ve Arap Baharının
yarattığı iklim bugün Ortadoğu’da giderek daha yüksek sesle
tartışılmaya başlanan mezhepsel ve etnik kimlik savaşlarının
zeminini teşkil etmiştir
Yukarıda bahsedildiği gibi kimlik merkezli çatışma olgusu, bugün
hiç olmadığı kadar gündemi meşgul ediyor. Bununla birlikte İslâm
Dünyasında bugün karşı karşıya olunan çatışmanın güç ve kimlik
eksenlerinde nereye oturduğu meselesi ise oldukça tartışmalı- dır.
Panoramik bir değerlendirme bugün Levant bölgesinden Arap
yarımadasına ve dahi Güney Asya’ya uzanan İslâm coğrafyasının
farklı merkezlerinin kimlik merkezli çatışma- lara duçar olduğunu
gözler önüne sermektedir. Öte yandan söz konusu çatışmalar pek çok
defa yerel veya bölgesel düzeyde kalmamakta ve küresel bir güç
mücadelesinin tam da merkezine yerleşmektedir. Öyle ki bugün
Ortadoğu’da jeo-stratejik kaygılarla savaşa dahil olanların
sürdürdüğü vekalet savaşları hüküm sürmektedir. Çizilen bu
çerçevede İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinde kimlik ve güç
ekseninde süren çatışmaların dinamiklerinin anlaşılması önem
taşımaktadır. Kuşkusuz İslâm dünyasında etnisite ve mezhep merkezli
krizler hiç de yeni değil. Kimlik merkezli mezhep çatışmaların
izlerini peygamber sonrası ilk dönemlere yani VII. yüzyıla kadar
götürmek elbette mümkün. Bununla birlikte söz konusu çatışmaların
kimi kriz dönemlerinde nüksettiği ve kolektif hafızanın bu
dönemlerde devreye girdiği sarahatle ifade edilmelidir. İlave
olarak modern dönem ideolojilerinin yansımaları olarak
değerlendirilebilecek seküler-İslâmcı dikatomisi ise Arap Baharı
ile temayüz eden kimlik çatışmalarında görünür hale gelen bir başka
veçhe olarak ortaya çıkmıştır.
2003 Amerikan müdahalesi sonrasında bölgede ortaya çıkan otorite boşluğu farklı aktörlerce doldurulmuştur. Zira Irak’ta merkezi hükümetin meşruiyet sorunu bölgede DAEŞ’in ortaya çıkışı ve PYD/YPG gibi örgütlerin alanda zemin kazanması gibi gelişmelerin tümü, Amerika’nın Irak’ı Özgürleştirme operasyonuna dayanmaktadır. Bölgede giderek artan istikrarsızlık yine bölge açısından 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve sonra- sında Libya ve Mısır’a taşınan Arap isyanları ile yeni belirsizliklere kapı araladı. Büyük bir iyimserlikle başlayan Arap Baharı olarak adlandırılan rejim değişikliklerinin darbeler ve iç savaşlarla kesintiye uğraması, yeni krizleri beraberinde getirdi. Söz konusu krizden Levant bölgesi de gözle görünür biçimde etkilendi. Devlet olmanın kurucu niteliği egemenlik olgusunun rafa kalktığı, sınırların anlamını yitirdiği yeni bir güvenlik/güvensizlik ortamını imlemekteydi. Suriye’de patlak veren iç savaş ve Irak’ta kontrolünü yitiren merkezi hükümet bölge ülkelerine de yansıyan büyük bir istikrarsızlık üretmiştir.
Ortadoğu’da Arap Baharı ve Kimlik Mücadeleleri
Yakın coğrafyadan bir örnek meselenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Gerek 11 Eylül sonrası Amerikan müdahalesi gerekse de Arap Baharının etkisi Suriye’de yakından hissedilmiştir. Esad hükümetinin egemen bir aktör olma vasfını yitirmesi, sonrasında beliren anarşi ve pek çok aktörün dahil olduğu bir güç mücadelesi, Suriye’yi uzun yıllar sürecek bir istikrarsızlığa itmiştir. Bölgesel düzeyde Türkiye ve İran’ın, küresel düzeyde ise ABD ve Rusya’nın müdahil olduğu çatışmanın artık bir vekâlet savaşına dönüştüğü muhtelif kaynaklarca dile getirilmektedir. İran, merkezi Suriye hükümeti ve Rusya’nın oluşturduğu statüko yanlısı blok karşısında Türkiye ve kimi körfez ülkelerinin desteklediği revizyonistler arasındaki bilek güreşi sahada savaşan aktörlerin ötesine uzanan bir resme işaret etmektedir. Devletlerin dışında mücadele farklı aktör ile geçici ittifak ilişkileri kuran ve muhtelif pozisyonlar alan çoğunluğu YPG unsurlarından oluşan Suriye Demokratik Güçleri, DAEŞ ve Hizbullah gibi silahlı grupları da kapsamaktadır.
Öte yandan sık dillendirilen bir diğer husus, İran’ın bölgede
giderek daha etkili bir aktör haline gelişidir. Öyle ki Irak’ta
Şiilerin çoğunluğu teşkil ettiği bir parlamento, İran ve Irak
merkezi hükümetleri arasında güçlü ilişkilerin tesisine de zemin
hazırladı. Böylelikle –kısa bir dönem için de olsa- Lübnan,
Irak, İran ve Suriye’nin içerisinde yer aldığı Şii ittifakının
artan etkisini dengelemeye matuf, içerisinde Türkiye’nin de yer
aldığı kısa dönemli bir karşı blok oluştu. Bölgesel düzeyde
Şii-Sünni gerilimi böl- gede kanlı çatışmalara sebebiyet verecek
geniş çaplı etkilere sahip oldu.
Konuyu biraz daha açacak ve Türkiye perspektifinden farklı
kimlikler arası çatışmaları detaylandıracak olursak şu noktalara
vurgu yapmak mümkündür. Türki- ye açısından güvenlik
gündemini şekillendiren en acil konu kuşkusuz parçalanan Suriye’de
giderek güç kazanan YPG/PYD yapılanmasıdır. 2011 yılında Suriye’de
Esad hükümetinin desteği ve sonrasında başta ABD olmak üzere oyun
kurucu ülkelerin cesaretlendirmesi ile YPG/PYD Irak ve Suriye’de
göz ardı edilemeyecek bir aktör halini almıştır. Nitekim
özellikle DAEŞ ile mücadelede küresel aktörlerin desteğine mazhar
olan YPG/PYD bölgede hızla güçlenmişti. “Arap Baharı sonra-
sı” dönemde YPG/PYD’nin Suriye’de kalıcı bir aktör olmasından
Türkiye’nin yanı sıra Irak ve İran da kaygılanmaktadır. Bölgede
yeni bir sıcak çatışma noktası olma ihtimali taşıyan Kürt bölgesi
hassas fay hatlarından birini teşkil etmektedir. Burada altı
çizilmesi gereken önemli bir nokta, Türkiye’nin YPG/PYD ile olan
mücadelesinin Suriye’de mezhepsel karakter taşıyan pek çok
meselenin ötesine taşarak acil bir güvenlik sorunu haline
gelmesidir. Öyle ki Türkiye’nin gerek Rusya gerekse de İran
ile geliştirdiği ilişkileri bu vasatta değerlendirmek yanlış
olmayacaktır.13 Kuşkusuz Türkiye açısından böylesi bir dönüşümün
arkasında yukarıda bahsedilen güvenlik sorunlarının yadsınamaz bir
rolü vardır.
Arap Baharı sonrası Ortadoğu’da kimlik merkezli çatışmaların momentum kazanması, kuşkusuz diğer kimi coğrafyalarda da çatışmalara neden oldu. Bölgede kaynayan kazan niteliğindeki diğer bir örnek ise Mısır’dır. Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Hürriyet ve Adalet Partisi’nin iktidara gelmesi, aynı zamanda uzun yıllardır devam eden otoriter bir yönetimin ortadan kalkması anlamını taşıdı. Buna karşın ilk defa özgür ve adil seçimler ile iktidara gelen Müslüman Kardeşler ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Mısır tarihinde önemli bir milat taşı oldu. Bununla birlikte başta gençlik hareketleri olmak üzere hükümeti hedef alan kitlesel gösteriler ile devrimin başladığı Tahrir meydanı yeniden doldu. Kısa süreli Mursi iktidarında cereyan eden liberal/seküler- siyasal İslâmcı tartışması, Müslüman Kardeşler karşıtı bir kampanyaya dönüştü. Seküler unsurlara yönelik ayrımcılığın ön plana çıkarıldığı kam- panya sonrasında yoğunlaşan kitlesel gösterilerin yanında ekonomik istikrarsızlığın yarattığı olumsuz atmosfer de Mısır’da bir karşı darbeyi kolaylaştırdı. Sonuç olarak Mısır’ın seçilmiş devlet başkanı Muhammed Mursi, 2013 yılında gerçekleştirilen darbe sonucunda iktidarını yitirdi. Mısır’da gerçekleşen darbe aynı zamanda siya- sal İslâm’ın daha açık bir şekilde ise Müslüman kardeşlerin Ortadoğu’da başarılı bir model olma imkânının sorgulandığı yeni bir döneme işaret etmekteydi. Öte yandan kuşkusuz pek çok kişi açısından bu tartışmalar bir yönüyle de İslâm-demokrasi uyu- muna yönelik argümanın Arap Baharı özelinde olumsuzlanması olarak yorumlandı. Çünkü başta Mısır olmak üzere pek çok diğer örneklerde sürdürülebilir demokratik yönetimler oluşturmakta başarısızlık ortadaydı.
Öte yandan Müslüman kardeşlerin başta Mısır olmak üzere bölgede yakaladığı ivmenin Körfez monarşilerinde güvenlik kaygıları yarattığını söylemek yanlış olma- yacaktır. Arap Baharının bölgede demokratikleşme yönünde yarattığı baskı, rejim güvenliğini esas alan monarşiler açısından kabul edilemez derecede büyüktü. Bu nedenle Katar’ı dışarıda tutarsak pek çok Körfez ülkesi darbenin mimarı ve daha sonrasında devlet başkanı olacak Sisi’ye destek sağlamaktan imtina etmedi. Kuşkusuz Arap Baharı aynı zamanda Sünni İslâm’ın kendi içerisinde yaşadığı bir yarılmayı da gün yüzüne çıkardı. Selefi çizgideki Körfez monarşilerinin siyasal İslâm ve onun temsilcisi niteliğindeki Müslüman Kardeşler arasında aslında kökleri geriye uzanan ayrışma, Arap Baharı sonrasında daha da yakından hissedildi.16 Yine 2017 yılında Katar ve diğer Körfez ülkeleri arasındaki kriz, temelde Müslüman Kardeşlerin bir terör örgütü olduğu ve Katar’ın Müslüman Kardeşlere verilen desteğin kesilmesi üzerineydi. Kuşkusuz 2017 Katar krizi, büyük ölçüde Arap Baharı sonrası Türkiye ile birlikte bölgesel değişimi destekleyici tutumundan dolayı Katar’ın cezalandırıl- ması anlamını taşıyordu. İkinci olarak Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkelerinin İran etkisini kırmaya yönelik faaliyetlerinin bölgesel politikada önem arz ettiği gözden kaçmamalıdır. Nitekim Arap Baharı süreci, Şii azınlığın yaşadığı Suudi Arabistan’da olduğu gibi Şii çoğunluğun yaşadığı Bahreyn’de geniş çaplı gösterilere neden oldu. Gerilimin iç savaşa dönüştüğü Yemen’de ise büyük bir insani felaket tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmaya devam etmektedir.
Sonuç Yerine
Özetle 11 Eylül sonrası Irak müdahalesi ve 2010 ile birlikte başlayan Arap Baharı, kimlik siyasetine ve kimlikler arası çatışmalara sebebiyet verdi. Etnik, mezhepsel ve kimi zaman mezhep içi bu çatışmalar pek çok açıdan bölge için yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Bununla birlikte söz konusu çatışmanın tarafları olan pek çok ülkenin çoklu kimliklerin taşıyıcısı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira bu ülkeler ortak kimliklerin mümkün kıldığı belirli konularda uzlaşabilirken kimlik çatışması yaşadıkları kimi diğer konularda ayrışabilmektedir. Nitekim Türkiye uzun bir süre Sünni blok içerisinde İran’ın etkisini kırmaya çalışmıştır. Öte yandan Müslüman Kardeşlerin karşısında konumlanan ve aynı blok içerisinde yer aldığı Selefi/ Vahhabi pozisyona karşı ise Müslüman Kardeşleri destekleme eğilimi göstermiştir. İkinci ola- rak farklı aktörlerin ittifaklarının ve çekişmelerinin kimlik savaşları ile üzeri örtülen ve bölgesel güç mücadelesinin ve güvenlik arayışının bir yansıması olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu çerçevede ne Suudi Arabistan’ın Katar ile bölgesel mücadelesi ne de -bir dönem karşı karşıya gelmiş olan- Türkiye ve İran arasındaki mevcut işbirliği etnik ve mezhepsel kimlik değişkeni ile açıklanamaz. Bu nedenledir ki Ortadoğu politikasının güç ve güvenlik parametreleri dikkate alınmadan salt kimlik ögesi ile anlaşılmasının mümkün olmayacağı iddia edilebilecektir.
Dr. Mustafa Cüneyt Özşahin kimdir?
Lisansını Ankara Üniversitesi’nde, Yüksek Lisans Eğitimini ise
Fulbright burslusu olarak University of Missouri-Columbia’da
tamamladı. 2015’te Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan doktorasını tammaladı.
Araştırma konuları arasında Ortadoğu, Uluslararası Politik Ekonomi,
İnsan Güvenliği ve Demokratikleşme bulunan Özşahin, Necmettin
Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde Dr. Öğr.
Üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Kaynak: Bilimevi Dış Politika Dergisi Sayı: 6